Deliklerden bir tanesi akıl almaz şekilde her gün biraz daha büyüdü… içinden geçilebilecek bir yola dönüştü. Klostrofobik mutluluk hayalleri tam bana uygun görünmüştü gözüme o an. Uçarcasına deliğe atladım. Rutubet kokusu ve göz gözü görmez bir karanlıkta saatlerce süründüm. Sonunda o zafer tadı ağzıma ilişti. Işığı gördüm. O küçücük, silik ışık… onu görmek bile mutlu olmama yetiyor gibi gelse de birkaç saat sonra işler değişti.
Dirseklerim kanayana kadar süründüm. Pantolonum yırtılana kadar. Sonunda ulaşabilmiştim. Fakat tünelin sonuna vardığımda o ışık hiç genişlememişti. Ellerimi hayal kırıklığıyla duvarda gezdirdim. Parmağımı deliğe soktum. Serin bir esinti parmak uçlarımda belirdi. Gözümü deliğe dayadım. Dışarıya baktım. Bambaşka bir dünya vardı dışarıda. Hayallerimin ötesinde. Hasretle delikten bakarken karşımda kırmızı bir göz belirdi. Bir süre birbirimizi süzdük. Ve sonra bana dedi ki “burada yerin yok.”
Hayret
ve şaşkınlıkla kalmıştım. Onca yol, onca karanlık, rutubet ve kan…
“hayır”
dedim. “Senin orada yerin yok. Orada doğduğun için benden daha haklı değilsin
orada yaşamaya.”
Anlamadığım
dilde bir şeyler söyledi… delikten sert bir rüzgar esti… çatlaklar büyüyerek
genişledi. Ve önümdeki duvar yıkıldı… dışarı adımımı attım. Ve gördüğüm manzara
beni şoke etti. Deliğe girdiğim noktadaydım.
Elimde
matkap son deliği açıyordum…