30 Ocak 2014 Perşembe

seyir defterinden... (gidememek mevzuunda.)

soğuk dişlerini etimize geçirmiş bizden nasipleniyor... hava gerçekten soğuk. sarı sokak lambasının altında tabureden yapılmış tahtlarına çömmüş üç humaioddik...

aklımızın kablolarını kemiren fareler bizi sürekli bir yerlere doğru itiyor fakat hemen ardından "yarım akıllı lan bunlar" diyerekten geri çekiyorlardı. içimizde eksik kodlanmış bir "gitme" isteği uzun süredir orada oturuyoruz halen...
"nasıl?" diyor birisi. "nasıl oluyor da her yerdeyken buradayım? her seferinde bu lanet, bu kokuşmuş insan çukurunda buluyorum kendimi."
"kalkın gidelim" diyor diğeri
diyorum ki; "ben yirmi yıldır doğal bir taş görmedim."
kalkıp gidiyoruz fakat buradayız...

oysa gidilecek ne bir memleket ne hatrını soracak biri vardı. hapislimiz habis bir ruh haline bürünmüş zihnimizi tecrite sürüklüyordu. soğuk, rutubetli ve ufunetli bir düşe kıstırılmış kalmıştık. taş zemin, küçük pencere, 60 watt lık bir sarı lamba ve cırcır birer göt...

ellerimizi dizimize sürterken ve avuç içlerimize hohlarkenki aldığmız hazzın sadece anlık birer rahatlama olduğunun bilincindeydik...

sarı lamba altında üç yitik ruh... her şeye rağmen iyi hissediyoruz. sanki bir zamanlar iyi bir şeymişizde heykelimizi dikmişler o lambanın altına. öyle gereksiz bir mağrurluk...

mağrur birer heykeliz fakat, kafamıza güvercinler sıçıyor bir yandan.

fareler yine iş başında... yine bir şeyler düşünüyorlar... yoksa aklıma düşmezdi ahmet telli nin kalbim katlanma bu dünyaya şiiri... hani diyor ya;
"şeytanımı koluma takıp gitmeliyim
yeni bir cehennem kurmalıyım kendime"


gidiyorum ben...

29 Ocak 2014 Çarşamba

seyir defterinden...

bir yere gittiğimiz yok. şimdilik burdayız...
etrafımızdaki insanlar gittikçe azalmaya başladıkça ufak bir öze dönüş gözlemliyoruz. kendi içimize bakmak, mikroskop altında nasıl göründüğümüzü merak etmek, akıllara zarar egolarımızın altında küçük bir çocuk edasıyla meraklı meraklı etrafa bakınan kim gibi saçma konulara girdik... gerçeklere gözlerimiz sıkı sıkıya kapalı olduğundan sonuca şimdilik çok uzağız...

bir yere gitmediğimizden ve şimdilik buralı olduğumuzdan mütevellit önce küçük bi etrafımıza bakındık... standart her yer taş. şekillenmiş taşlar, şekillendirilmiş taşlar, çimento, taşa dönmüş bedenler ve yürekler...

aniden içimizden biri; en sakin olan dedk ki:
- çevremizdeki taşlar bile doğallığını yitirmiş.
- evet dedim. ben 20 senedir normal bir taş görmedim.
- madem dedi diğeri herşey bu kadar yapay, bizim bu denli rahatsız olmamız bir o kadar normalmiş.
- işte sorun burada başlıyor. dedi sakin. başlarken demiştik ya -bir yere gttiğimiz yok.- diye biz kişisel düşünmüştük. oysaki tüm insanlığı saymışız farkında olmadan.
- evet, dedim. ben yirmi senedir normal bir taş görmedim.
- evet dedi diğeri. bir yere gittiği yok insanlığın. en iyisi bu balkonda oturmak.
- evet" diyip onayladık. bugün bir yere gitmeyelim.

gerçeklere gözlerimiz sıkı sıkıya kapalı olduğundan "sonsuzluğa" şimdilik çok uzağız...

(2014 ocak. yağmur var.)

26 Ocak 2014 Pazar

seyir defterinden....

zaman ve mekandan sıyrılıp tarihin ötesine gittik...

önce yüzlerimiz eridi... sadece 10 saniye geçmişti. kaşlarımız yanaklarımızın üzerinden akıp çenemizden yere damladı. ellerimizle onları yukarı ittik fakat sıvıyı tumaya çalışmak bile saçmaydı. yüzümüzün aktığı yerden göğe baktık... birimiz "hadi daha ne bekliyoruz ki?" dedi...

yıldızların arasından geçtik... galaksilerin nebulaların ölü yıldızların yanından eskiye doğru gittik.

tarihin olmadığı noktadaydık. her şey o kadar yavaş, her şey o kadar yerinde sayıyordu ki olduğumuz yerde kıpırtısız kaldık. canlı olan tek şey taşlardı. ilk canlılar. öylesine ilkeldiler ki. ve en ufak hareket binlerce yıl gerektiriyordu. tek bilinçleri vardı taşların; devasa taş blokları üstüste koymak... binlerce yıl onları izledik. taa ki hepsi taşlaşmadan önce birisi bizi farkedene kadar. bizim aksimize bizi merak etmedi. dönüp işine odaklandı. birbirlerinin üzerine çıkarak düzgün bir şekil oluşuturmaya çalıştılar. tek bilinçleri vardı... o şekli tamamlamak... bir zamanlar yaşamış her şey gibi unutulmak istemediler...

onları hissettiğimizi hissedip uzuuuuuuuuuuuuuuuun işlerine geri döndüler.

ve zaman bizi yakaladı. tarih bizi olduğumuz zamana kustu. bir dönemin artıkları misali olmamız gereken noktaya sıkıştık. küçüldük. yok olduk...

o rüzgar esmese yani o her şeyi değiştiren rüzgar, ilk defa esen rüzgar esmese taşlar görevlerini bitirbileceklerdi. biz onu görebilecektik... rüzgar esti taşlar cansızlaştı.

şimdi burdayız... sıkış tıkış ve amaçsız. ve sadece 10 saniye geçmiş. 


26.01.2014 ügr.

20 Ocak 2014 Pazartesi

seyir defterinden...

paparoz hazır... sadece yakılmayı bekliyor

bir kütüğe elleri arkadan bağlanmış. beyaz bir kıyafet içinde. elinde meşale tutan adam (ki o ben oluyorum.) birazdan yakacak onu.

karanlıktan bir ses bağırıyor.
- cadıı yakalımm onu.
- evet diyorum. büyülü olduğu doru fakat o cadı değil
- hayır diyor aynı ses... o karanlık, çirkin bir cadı. yakmalıyız. bizi sadece bu buhrandan onu yakmak kurtarır...
- evet diyorum, karanlık korkularınızı getiriyor önünüze... siz de gerçeklikten korkuyorsunuz. büyülü şeyler her zaman cadı olmayabilir. ve aynı zamanda çirkin. karanlık çoğu zaman güzelliği de gizleyebilir. güzelliğin ışığı bile karanlığa örtünür bazen.
- durun diyor başka bir ses. yakmayın. anlamaya başladım.
- durun diyor bir ikinci ses. yakmasak daha iyi. bizim için güzelliğinden vazgeçmiş.
- durun diyor. başka biri. anlıyorum. büyüsünü bizim iyiliğimiz için kullanmış
- asıl siz durun diyor. ilk adam. kıllı ve tıknaz olan. yakmalıyız.
arkada elleri arkadan bağlı kefene sarılmış tütüne benzeyen solgun ışık titriyor. korkmuş olacak kalabalığın cehaletinden.
- susun diyorum. cadı olduğu yada büyülü yada iyi olduğu için değil siz anlamadığınız için yakıyorum onu... sahip olsanız bile tadını çıkartamayın diye.
- durun diyor biri.
yakıyorum. 


-az önce 2014. - ügr.-

7 Ocak 2014 Salı

2014 ün ilk seyri...

artık ağaçlar yapraksız, soğuk daha da derine işliyor... taa kemiklerime kadar hissediyorum ölümsüzlük korkusunu.

kadim bir dinin tek savunucusuyum. Tanrısız, peygambersiz, öyle kupkuru bir din. kutsal kitabı hala bir matbaanın yapılacak işler listesinde. inandığım şeylere kimse inanmıyor. bende kimseyi kandırmıyorum zaten... oysa ben sadece onlara inanmış olmayı seviyordum. "inanmak" aslında birinin seni kandırdığı anlamına gelmiyor... Bir ağaca inanıyorum birde siyah bir kuşa... Bundan hiçbir çıkarım yok. Ne cennet sundular bana ne de başka bir hayat.. ağaç sıradan bir ağaç. Kuş sıradan bir kuş. Ben sıradan bir insanım.

Artık ağaç yapraksız, inandığım kuşu ise sapanla vurdum… gözlerinde tam aksi bir “bana inanmıştın” hayreti…
niye şaşırdığını anlamadım. Türümün bir cilvesi bu. İhanet ve reddetme. Yani kısaca hain ve yalancıyız…
“sen de bana…” bakışıyla çektim boynunu. Çocukken de birkaç kuş öldürmüştüm.

Ağaç yapraksız artık. Siyah kuş ölü. Bense oturduğum koltuğa gömülmeden önce , bir kafede oturmuş ganja içiyordum.