15 Aralık 2014 Pazartesi

15.12.2014 tarihli seyirme

kendimi ittiğim dipsiz kuyu  gün geçtikçe daraldı. artık içime sığmıyorum. zemini barut kaplı bir çukurdayım ve her yer karanlık... 

birazdan bir sigara yakacağım... ve bum... özenle sarılmış sigaramdan düşen bir kıvılcım altımdaki barutu ateşleyip, 400 metre bölü saniyede beni fırlatarak, uzakta; küçücük görünen delikten çıkaracak. onca yolu saniyeler içinde geçip dışarıda, kendi kafamda patlayacaktım.

ama olmadı

bütün planlarım gibi bu da suya düştü diyebilirim. bütün değişkenler sabit. lakin azami menzilimin dışındayım. benimki sadece ilerleyiş. bir yerde hız kesip toprağa kafa üstü çakılacağım anı bekler oldum.

nişan alınmadan ateşlenmiş hedefsiz bir mermi gibiyim... 

içimden bir ses benimle konuştu. "artık delirdiğimin bir kanıtı" olduğunu beynimi kanırtarak bana ispat etmeye dirense de onu dinlemedim. 

kendimi ittiğim dipsiz kuyu alnımın ortasına doğrultulmuş şeytanın elleriyle doldurduğu patlamaya hazır bir tabanca şimdi. tetik onun elimde. hedef benim kafam. 

bir sigara yaktım... ve bum... 

sözcükler kafamın içinden beynimin parçalarıyla uçup giderken hiç bir şey hissetmemiştim. sadece güldük... 

şimdi uçuyorum. hedefi ıskaladı o. her ne kadar, artık çirkinleşen suratımı boyamak zorunda kalsam da, sürtünme kuvvetinin beni taşıyacağı zamana kadar gideceğim. 



14 Kasım 2014 Cuma

14.11.2014 tarihli seyirme

Boşlukta, sonsuzluğa asılı bir astroidin bilinmeze doğru ilerlemesi misali sakin, huzurluyum.

Çevremdeki değişkenlerin doğal deviniminden çıkışına şahit oldum. Kaos onları yavaş yavaş ve içlerindeki insani duyguları parçalayarak ele geçirirken nasıl bozulduklarını izledim. 

Şimdi onu ayak parmaklarımda hissedebiliyorum. 

Bunun olacağını önceden anlamıştım. Kaos kaçınılmazdı. Bende kaçınmadım.
Bozulma, kendim sandığım şeyi çürütürken korktum. Geride bir şey kalmamasından, bunun bir son olması olasılığından korktum. 

Pas kulaklarımdan aşağı, vücudumun içine dökülüyordu. Ufak bir rüzgar esse ufalanıp dağılacaktım. Kulaklarımdan vücuduma giren pas ağzımdan çıkıp bütün yüzümü kapladı. Çürümenin ortasında oturmuş, sonrasını beklerken karganın sesi kulaklarımda çınlamaya başladı. Benimle dalga geçiyordu.

“Seni korkak… hem bitmeye gidiyor hem sondan korkuyorsun…” dedi.

Çürüme, çevremi bir boşlukta bütünleştirirken ve her şeyin bittiğini düşünürken; merkezinde durduğum küçük dünyamı ayaklarımın altından çekiverdi kaos…

O gün bu gündür süzülüyorum.

Burası sessiz ve karanlık. Ve belki inanmayacaksınız; 

güzel…

9 Kasım 2014 Pazar

09.11.2014 tarihli seyirme

“Hadi ağaç… Bana bir şeyler göster…”
Eskiden bu sonsuz bozkırda bir buffaloydum. Şimdi sadece rüzgarım kaldı. İçime akan nehir artık zehirli… Toksik yeşil bir aura sızıyor omuzlarımdan. Soluduğum duman aklıma anlamını çözemediğim mesajlar yolluyor. Uzun zamandır benimle, dumanla haberleşiyorum. Bir kelime çekiyorum. “Kaç” yazıyor. Sadece onu anlıyorum dumandaki zehrinden. İçimde beliren ilkel bir dürtüyle koşmaya başlıyorum. Toprak toynaklarımın altında çatlıyor. Ağzımdan salyalar saçarak koşuyorum. Daha fazla güç lazım… Ellerimi de kullanmaya başlıyorum. Formum değişiyor. Ellerim toprağa dokununca değişiyor. Parmaklarım birleşip sertleşiyor. Artık daha hızlıyım… Bir şeroke oku gibi hissediyorum. İsimsiz topraklardan, soyu keşfedilmeden katledilmiş kabilelerin arasından geçiyorum.
Veba…
Kıtlık…
ve beyaz adam,
hatta ölümün kendisi bile hızıma yetişemiyor.
Bu sonsuz bozkırda ölümüne şehirli bir soluk benizliyim. Tahta arabama oturmuş, cılız atımla sonsuza gitmekteyim. Dönüş yok… eskiden bir şey olduğumu hatırlıyorum… bilinçsizim.
Soluduğum duman “koş” diyor.
“koş…”

23 Eylül 2014 Salı

Seyir defterinden..

sadece izleyiciyim... siz etrafınıza bakarken ben kafamın içine bakıyorum. tek farkımız gözlerimizin ne kadar bayağılığa katlanabildiği... ki benimkiler çoktandır görmezden geliyor içinize baktığında, içinizdeki pisliği...

zaman içinde gözler bakmaktan ve sürekli aynı şeyleri görmekten usanıyor... kafamı çeviriyorum.

aptallık, gözleri yakan bir eylem. sonu genellikle gözyaşıyla karıştırılan iki damla tuzlu suyla bitiyor. akan sıvı hızla emilip jelleştirilip hapsedilse bile ardındaki rahatsızlık aybaşına sarkıyor.

"elbette dünya benim çevremde dönüyor. tabi ki herkes benden bahsediyor. kesinlikle şu gökteki, zepline benzeyen şey götüm." diyor dostum. bilincinde oluşturduğu sahte zeplinin patlamasıyla ve ağzından çıkan gaz sızıntısıyla çevresindeki yaşamı zehirleyiveriyor. yüzündeki delik gaz maskesinden artık düzgün kullanamadığı beynine kadar ilerliyor gaz... damarlarından akan artık kan değil... antikorlar yerine yeşil toksik variller yüzüyor vücudunda. sadece kendini zehirliyor özünde. sadece onun kuşları ölüyor ona bir şeyler anlatan. onun bir şeyler anlamadığı.

hiç.

aptallık zihni bulandıran bir eylem. ve ben sadece izleyiciyim. gördüklerim gördüklerinden farklı değil. "tamam" diyorum. "dünya senin çevrende dönsün." "peki" diyorum. "herkes senden bahsetsin." "olur" diyorum. "istediğin kadar yükselebilirsin." "ama" diyorum "lütfen siktir git." yeşil bir duman bırakarak uçup gidiyor. ardında bıraktığı hava parçalı bulutlu. yarısı parçalanmış bir kısmı puslu. sanıyor ki hep öyle kalacak. hafif bir esintiyle dağılıyor bıraktığı hava. sanıyor ki... sandığı tek şey sandığın içinde bulduklarıyla yetinme çabası. bulduğu tek şey aptallık...

aptallık...

29 Ağustos 2014 Cuma

seyir defterinden...

sıfırdan başlayıp eksilerek yaşlanıyoruz. sadece ben değil. sen de öylesin. her şey yalnızlığa bir adım daha yaklaşabilmek için. geçen zamanın sayısı arttıkça bir şeyler azalıyor. ve bir bakıyoruz ki geride kalan şey sadece yalnızlık olmuş. 

o an pistir... 

kafamın içindeki tünelleri dinamitledim. sadece çıkış kaldı...  şimdi ağır ağır oraya yürüyorum. uzakta minik bir ışık gibi görünüyor. çok yorgunum, ama yürüyeceğim...

o an karşımdaymışsın gibi ruhtan yoksun robotik bir sesle söyleniyorum:
"herkes kendi dışındakiler tarafından kendi içindeki küçük dünyasına sıkışmış...  ondandır ki herkes sıkış tıkış yaşıyor. alanları dar. sorunları klostrofobik. içleri daralıyor. kalpleri patlayacak gibi..."
"bana ne bundan?" diye düşünüyorsun.
 "evet" diyorum aynı tonda. 
"sende benim gibisin... etrafın sonsuzukla dolu... bu dirençsiz, hastalıklı, hasarlı bedeninle sırtında dünyanın yükü; direniyorsun. oysa ruhunun ağırlığını bile taşıyamıyor o..."
"tamam" diyorsun. "yeter..."

nihayet ışık büyüdü... artık bittiğini biliyorum.

görünmeyen eller sırtıma uzanıyor... parça parça çalıyor sonsuzluğu sırtımdan.bir bakıyorum sen... kendine değil... yerlere atıyorsun. ziyan ediyorsun. "hey onlar benim..." düşen her parça kırılıp ufalanıyor. daha da küçülüp toz oluyor. daha da küçülüyor fakat gözlerim bozuk... her parça çıkış deliğini biraz daha kapatıyor.
"klostrofobi..."
"akluofobi..."
"koulrofobi..."

sırtımdan eksilen yük sanki benim parçammışcasına yere düşüp çarptıkça parçalanıyorum.
"dışındakilerin hepsi birer yanılgı. seçimlerin bile dışındakilerin içevurumu... sen özgür değilsin...sen özgür değilsin. sen... "
ses kafamda dönüyor. sana söylüyorum.

o an zihnimi zihninden çekiyorum...
küçük bir gölge bırakıp kayboluyorsun. 



*klotrofobi : kapalı yerlerde kalma korkusu
* akluofobi : karanlık korkusu
* koulrofobi: palyaço korkusu  

22 Ağustos 2014 Cuma

seyir defterinden...

toplayıp biriktirdiğim bütün düşlerimi bir çırpıda yağma yaptım. ve çevremdeki piçlerin onları kapışmasını izliyorum.

ağzımın kenarına buruk bir gülümseme peyda olmuş. 

toplumsal bir mesaj verme edasıyla kulağıma fısıldıyor zaman. 
"biriktirdiğin kadarını harcayabilirsin..."
ve yanımdan hızla akıp geçiyor. bir bakıyorum yıllar geçmiş... 

"bu aralar eksideyim." diye geçiyor aklımdan. 

* * * 
aynı anda başka bir yerde birine diyorum ki; 
"böyle şeyler hep eksilmeyle sonuçlanır... azalırsın hep..."
"ya" diyor "her şeyi göze aldıysam?" 
"farketmez" diyorum. "artık bir kişi daha azım."  

* * *

tam yolu yarıladığımı düşünürken ince bir sızıyla tökezliyorum. suratım asfaltla bütün... acemice kalkıp üzerimi silkeliyorum. dizlerimdeki kanı temizliyorum. ağzımdaki toprağı tükürüyorum. etrafıma bakıyorum kimsecikler yok. "varlıklarını hissetmiyorum." varlıkların. sesleniyorum; sessizlikte boğuluyor sesim. parmaklarını sıkı sıkıya gırtlağıma kenetlemiş sükunet.
ve zaman; küflü dudaklarını kulaklarıma dayıyor ve mırıldanıyor: 
"artık sıfırlandın... eskimek eksilmeyi getiriyor. ve genelde boş bir kutuda..."

ve yanımda duruyor... tarihi anımsamıyorum. zaman kıpırtısız... saate bakıyorum "-8". 

geç olmuş... bu saatten sonra yapılacak şeyler tükenmiş. köprü ve sular... akmak. durulanmak... anlamsız bir huzur kaplıyor içimi. parmaklarımdan dışarı taşıyor. ruhumdaki buhranlar eksildikçe özümde bir kalp atıyor. şimdilik solgun. birazdan hasta. sonradan kırmızımsı... asla tam bir kalp olmayı başaramayacak... biliyorum. ama ona söylemeyeceğim. neşterin soğuk öpücüğünde anlayacak. belki biraz hayıflanır ama toprak unutturur her şeyi. 

* * * 
aynı anda başka bir yerde bir gölgeyle konuşuyorum; 
"sıfıra yaklaşıyorsun. yakında benden başka kimse kalmayacak..." 
palyaço söze karışıyor: 
"kiminle konuşuyorsun sen?"
"bir fikrim yok." diyorum. 

gerçekten bir fikrim yok.








1 Ağustos 2014 Cuma

seyir deferinden

arkana yaslan ve ondan geriye say...

9
8
7
...

altı yok... bundan sonra da olmayacak

yoğun bir gündü. işlerden geriye posam çıkmış şekilde eve dönüyordum. haftalardır doğru düzgün uyumamıştım. eve gelip geldiğim gibi uykuya daldım... uyuduğumu anladıktan kısa bir süre sonra bilincim kontrolü ele geçirdi. bir anda uyandım. yatağımdan kalkıp su içmek için doğruldum. fakat bedenim yatakta kalmıştı. çıplak ayaklarım taş zeminde komik sesler bırakıyordu. bulunduğum yerde sesler sanki cam bir kürenin içerisindeymişcesine geliyordu ve etraf uğultuluydu... kapıdan çıktım. koridorun olması gerektiği yerde merdivenler vardı. tarihi bir yerdeki taş yapılardan birinin merdivenleri... öğlen ortası gibi aydınlık bir yere açıldı kapım.
kuşağında bulunmadığım bir zamana gittim.

annemi gördüm... kardeşlerimi... en arkada kendi hayal alemine dalmış kendimi gördüm. bir hafta sonu gezmesinden geliyorlardı. ve hepsi 15 yıl gençti. kendime baktım. çok yakınlarında olmama rağmen beni tanımadılar. hatta görmedim bile kendimi. omzuma bir karga konmuştu. beni sadece karga gördü. bana bakıp berzah karası gözlerini kırptı. önümden geçip gittim... 

kendimi bir garip hissetmiştim. ikisini de. gençliğim irkilmişti yanımdan geçerken. ben ise onu durdurup bir şeyler söylemek istedim. ama yapmadım. karga onun omzundan uçup benimkine kondu... 

"diyeceklerini bana söyle ben ona iletirim. sadece üç bilgi verebilirsin gelecek hayatıyla ilgili. gördüğün gibi senin gibi zaman ve mekana sıkışık değilim."
"ona de ki; bir kargayla asla konuşmasın." 
"seni aptal... eline geçen en büyük fırsatı kaçırıyorsun. istediğin her şeyi yapabilirdin. zengin olabilirdin. güçlü olabilirdin. kahin olabilirdin. istediğin her şey olabilirdin."
"ama yapmadım... şimdi uç." 

bilincim tamamen taştan yapılmış uzunca ve dönemeçli bir sokaktan çekildi. sokak dairesel bir hal aldı. uzunca bir portaldan geçtim. bedenim kemiklerimden sıyrıldı. kemiklerim toza dönüştü... ruhum daha önce görmediğim renklerde izler bırakarak parçalandı. gülümsediğimi hissediyordum.

sade döşenmiş bir evde koltuğun üzerinde tekrar oluştum. ruhum renklerini topladı. kemiklerimin tozu birbirine kenetlenip şekil buldu. kaslarım üzerlerine örüldü... karşımda grotesk bir çalışma masasına oturmuş bir adamla odada başbaşa kaldım. hatırlamadığım bir hatıraydı. öyle bir gün yaşadığımı hatırlamıyordum.
adam bana bir şeyler söylüyordu. "sonsuz bilgi" kelimelerini yeni oluşmuş kulaklarımda hissettim. başını öne eğip iki yana salladı. ve bana kapıyı gösterdi.
"içeride seni bekliyorlar."
içeri girdim. eski odam... zeminin ortasına bağdaşını kurmuş kitap okurken kendimi gördüm. gençtim. çevremde kitap yığınları vardı. kasetlerim etrafa saçılmıştı. diğer koltuklara arkadaşlarım ve sevgilim oturmuştu... karşılıklı şaşırdık. bir süre sessiz kaldık. genç olan konuştu.
"seni bekliyorduk... vakit dar. bunları bir rüya gibi hatırlayacaksın. bunu az önce okudum."
"acelemiz yok." dedim
"hep yanıldın" dedi eski dostum.
"hala yanılıyoruz" dedim. "yani bir şey değişmedi."
"seni görmek güzel" dedi sevgilim. "yaşlanmışsın."
"seni görmek güzel" dedim ona. "hala güzelsin... yani şimdi bile. hangi şimdiyi kastettiğimi biliyorsun."
bana gülümsedi...
"vakit doldu" dedi genç olan ben.
"içerideki adam?"
"o" dedi "diğer boyutlardaki benlerden biri."
"neyse" dedim "rahatladım. neredeyse yalnız olduğumu düşünecektim."
"biz bilincinin yansımalarıyız. bu günü yaşadığını unuttun. ama istersen burada kalmayı seçebilirsin. bu durumda gençleşeceksin. ve şimdi bulunduğun zamana kadar olanlar silinecek. bir nevi telafi olarak düşün."

kapıya yürüdüm...

"hey" dedi. gaklamaya benzeyen bir sesle ben... "bekle..."
pis pis gülümseyip balkon kapısından çıkıp bir sigara yaktım.

1 Temmuz 2014 Salı

seyir defterinden...

zaman ağır aksak ilerliyor...ruhum uçmak için bir bally balonunu helyumla doldurup bileklerine bağladı...hem komik oluyormuş. hem karışmıyorum. istediğini yapsın istedim.

faili belli bir aşka kurban gittiğinden beri amaçsız dolanmakta... aşık dedim. kuş oldu. görüntüsünden rahatsız olduğumdan değil, üşümesin için üzerine serdiğim gazetenin tarihi çoktan geçmiş... gündem, dünden kalma akıl karıştırıcısı artık. hiç sallamamıştı haberleri... hiç umursamamıştı zaten kimkiminleneredenasıl... hakettiği şeyi hiç göstermedi gazetecilik mesleğine. şimdi uçuyor. bileğine bir bally balonu bağlamış maviliklerde süzülüyor. haberler hala umrunda değil.

geçen gün konuştuk. her gün bir miktar konuşuyoruz gerçi. ama "bu sefer ciddi" dedi. sorunu sordum. "özkütlem ağır. kendi başıma uçamıyorum." dedi.
"sen bilirsin" dedim. "ama şu bally balonuna bi çözüm bul.ne biliyim bim poşeti filan kullan. insanlar..."
"tamam tamam " dedi."onlar herşeye garip bakıyor."

bir sabah uyandığımda gitmişti. iki aylık gazetesini de alıp kayıplara karıştı.. balonunu da bırakmıştı. bir ruh yürümemeli diye düşündüm.




21 Haziran 2014 Cumartesi

21.06.2014 tarihli seyirme.

yüzümde gerçekliğin sert çarpmasından oluşmuş yaralar var. elmacık kemiğim kırılmış. burnum yamuk. gözümün biri yerinden oynamış. artık sağa bakıyor. zemine yapışık suratım taşla kafam arasında kabaca böyle görünüyor. gözümü kırpıyorum. kirpiklerim taşa sürtüyor. elimin altındaki taşın pütürünü hissediyorum. o karıncalanma hissini...

düştüm...

öylesine yükselmiştim ki, böyle düşsel bir enkaza çevirdim suratımı. gerçekliğin tadını ve acısını unutmuştum. son dönemler saçlarımın arasında hissettiğim rüzgar yerini kana bıraktı. aktı... kendine taşta yol çizerek ve ardından kırmızı izler bırakrak... izledim. göz akımda taşı hissederek. ve sağlam gözümle izledim.

düşteydim...

uyanmayı istemediğim ama zorla uyandırıldığım bir düşteydim. düşüyordum. ruhumun öte alemden buraya geçerken aldığı çizikleri yüzüme yansıtarak uyandım. gözlerim ışığı reddeti. acıdılar. kollarım güçten yoksun... boynum tutulmuş... gerçekliğin grimsi tadı azğımda boktan bir tat bırakmış.

uyandım...

ruhumun çirkinliğini görenler yanımdan kaçıştılar. gözüm düştü düşecek... dişlerimin yarısı kırık... gülümseyince, beyaz misyoneri afiyetle yiyen bir yamyama bakıyormuş gibi baktılar. gülümsedim... siyah ve konuşabilen bir karga yaralı omzuma kondu. göçmüş yanıma... bir yandan sallanan gözümü didikliyor bir yandan homurdanıyor... "benim yüzünde kendi pisliğini görüyor insanlar... ondanrdır bana tiksinerek bakmaları. sesimde çığlıklarını duymaları. karanlık korkutur onları. siyahı ondan sevmezler. bırak onlara acımayı."

"düştün... düşteydin... eksildin..." bitti.

palyaço fanzin pozitif yanlarını (-) ile yüzünüze çarparak sunar: "-8: eksilmek..."



(Palyaço Fanzin "-8" sayısına önsöz olarak seyrildi.)













14 Mayıs 2014 Çarşamba

seyir defterinin kayıp bir sayfası...

klostrofobik bir aşka tutuldum.

kapalı yerlerde sevilmiyordum hiç. kime baksam küçük bir hoşlantı, anında nefret ediyordum ondan. bakışları ruhumu delip geçse de sıradanlığında takılıp kalıyordu o büyüsüz anın. öylesine basitleştiriyordu ki duyguları, insan denen duygu yumağı; tadını çekip alıyordu içinden her şeyin.
sonrası ne yese saman, ne yaşasa sığır gibi yaşıyordu...

neyse...
mide bulantısı mideyi aşıp kalbe ulaştıysa, bazı şeyler için çok geçtir... klostrofobik bir tiksiniyorum şimdilik. ve bunu ilk kez kendime itiraf ediyorum.

saat 02:42... uyku gözlerimden kaçalı ve beni gecenin ortasında kendimle başbaşa bırakalı çok oldu. ve muhabbetimi çok sıkıcı buluyorum bu saatlerde. hep aynı konuları anlatıyorum kendime. ve soruyorum. bildiğimi bildiğim sorular. niye sorduğumu bilmediğim sorular. cevabından kaçtığım sorular. 2 kere 2 gibi basit matematiksel sorular. benzenden türeyen bir tür amin diye cevabına tenezzül etmediğim  bir bulmaca sorusu... saat gecenin ortası... ete, kemiğe hapis, kendimle başbaşa ve kendinden geçmiş bir haldeyim.

bunca yavanlığın, sığlığın, bayağılığın, basitliğin ortasında, hep kapalı yerlerde sevişmekten açık havada aşk yaşamaya korkar duruma gelmek (sanki sütten ağzı yanmış da pire için 3000 dolara adam vuracak ve o 3000 dolara da ev elmayıp komşusunu küvette saç kurutma makinasıyla pişirecek vaziyete gelmek) hiç de delice gelmiyor kulağıma.

sessiz sevişmekten kaynaklı korkulara endeksli euro dolar paritelerinin arasında duş almanın marjinal faydasını öğrettiler bize. ki söz konusu sevişmek olduğunda kaçınılmazsa zevk derecesini ceteris paribus* mantığıyla yani kalkmış zikin imanı olmaz destruyla hesapladık. ablütofobik bir nesil gelecek bizden sonra.

şimdi cepte beş kuruş yok. saat 02:53...

bir kaç saat sonra gece yerini duyarsız bir sabaha bırakacak...  ölümle yapılan bir dansa daha başlayacağız. bir günlük bir yol daha katetmiş olacak sonuna hergün bir gür yaklaşan bizler için zaman.


(ceteris paribus: diğer değişkenler sabitken...her sınavda çıkar.)

13 Mayıs 2014 Salı

seyirdefterin-den

çatıların altına sıkıştım... oysa benim uçmam lazımdı... tam yükselecek iken kafam bir tavana çarpıveriyor. sonrası beyin kanaması. içten içe, ruhsal çizikler bırakarak kanaması... oysa benim uçmam gerek... şimdilik sadece sallanıyorum.ve bu gömlek... kaşındırıyor...

aidiyetsizliğim yaradılıştan. ne toprağa ne göğe... durum böyle olunca asılı kalmayı seçtim bir darağacına. dalları başka bir aleme yükselmiş, kökleri dünyanın dibinde... koyu renkli, gövdesi kalın, belki 1000 yaşında yapraksız, meyvesiz bir ağaç...

üretmeyen bir ağaç ne işe yarar ki diye düşünürken bir karga üstümdeki dala konup ağaca daha dikkatli bakmamı söyledi. binlerce yıllık cesetler ağacın gövdesiyle bütünleşmiş gibi bütün dallarını ve gövdesini kaplamışlardı.
"onlar" dedi karga "zayi olanlar... senin dünyanda yaşadılar. şimdi bu boşlukta oturup sonsuzluğun bitmesini bekleyecekler."
"zor olmalı" dedim. "yani beklemek."
"ancak şu ağaç kadar canlılar hissetmeyecekler."
"yine de uzun bir süre."
"saçma" diye gakladı karga. "sen ne zamandır o dala tünediğinin farkında mısın?" sonra uçtu...
"hey! benimde uçmam gerek."
"şimdilik sadece sallanıyorsun" dedi giderken.

birden ayaklarıma bakma gereği hissetim. ağaç ayaklarımı kaplamıştı. bileklerimi sıkı sıkıya yakalamıştı. panikle ayağa kaltım. bağırıyor çığlıklar atıyordum. ellerimden güç almalıydım. kendimi hızla yukarı çekip bundan kurtarablirim sanıyordum. elimle gövdesine dokunduğumda onun köklerinde başlayıp saç tellerimde biten bir enerjiyle doldum. avuçiçimden benim bedenime girdi. gözlerimdeki deliklerden bütün fiziksel dünya beynime aktı...

(o çok kısa bir andı...)

sanki kendi dünyamın üzerinde bağdaşımı kurmuş zihnimden kainatı izliyordum. zeminin altında yaşam formları doğup büyüyüp ölüyorlardı. çok uzaklarda seslerini duyduğum başka yaratıklar olduğunu hissettim. onlara doğru zihnimi yönlendirdim. ışık hüzmelerinin galaksilerin arasından geçip gttim. milyonlarca yıl sadece üç saniyelik bir his gibiydi. sesini duyduğum şeylerden birisi bana seslendi.
"buraya ait değilsin. geri  dön."

ani bir sarsıntıyla bedenime döndüm. ağacın dalında odunlaşmış bedenim hızla ete ve kemiğe büründü. o tanrısal his yosun tutmuş kalbimden akıp geçti. omuzlarımdan ve bileklerimden... ta ki parmak uçlarım ağacın ulu gövdesine dokunan canlı birer et parçası olana kadar... 

gözlerimi kapattım. ağacın dalında oturuyorum. oysa benim uçmam lazımdı.

zihnimde araftaki darağacının şarkısı dönüyordu. ince dallardan oluşmuş eller bonuma bir halat geçirirken şarkı yükseldi. şu sözleri sıralıyordu:
buraya ait değilsin.
ne varsın ne de yok. 
özgür ruh bedende tutsak gibidir...
seni azad ediyorum küçük ruhşimdi uçma vaktidir...

sathında durduğum dal döndü ve boynumdan halata bağlı boşluğa uçtum. etten bir salıncak. (şimdilik sadece sallanıyorum) omugam yavaşce beynimle olan bağlantısını kopardı. sonsozluğa asılı sessiz bir uykuya daldım.

şimdi 7 milyar nüfuslu bir hücrede uyanışımı izliyorum. gözlerimi pisliğe ve bayağılığa alıştırıp etrafıma bakındım... anladığımda çok geçti...

sünger kaplı duvarların arasına sıkıştım. oysa benim kaçmam lazımdı...

ve şu lanet deli gömleği...

kaşındırıyor

13.05.2014




31 Mart 2014 Pazartesi

Seyir defterinden...

başlangıçta bende herkes kadar griydim... şimdi gün be gün siyaha çalıyorum...

uzun bir yol yürüdüm. kah ölümdüm, kah bir taş kadar canlı... kah bir gezgin oldum kendi zihnimi yürüdüm karış karış... kah durgundum bakmadım kimsenin yüzüne... kah güneşte yürüdüm, kah toprağın altında. tarihin derinliklerinden dev bir kaya oldum. dünya yüzeyine büyük bir hızla çakıldım. şimdi buradayım. herkes kadar irinliyim ve herkes kadar sivilce bu dünya için.

herkes kadar griydim bende... karardıkça, kalbimin karası dilime bulaştı. sövdüm... gözüm karardı, öldürdüm öz'ünden başlayarak önümdeki tüm fikirleri. geride hep içi boş insanlar bırakarak, geride anlamsızlığa bulanmış, yavan ve acıksız bir hayat bırakarak uzaklaştım manalarımdan...

griydim bende... şimdi gün be gün eriyorum... kırklara yedilere değil. süblimleşiyor etrafımdan algılarım. fikir halinden söz haline geçiyor... sivrilip saplanıyor kendime, başkalarının canını yaksın diye söylediklerim. kanım simsiyah... oysa griydim bir zamanlar... herkes kadar işte.

gönlüm griydi bir ara. şimdi berzah karası bir karga oldu...

31.03.2014
karganın gözünden...

27 Mart 2014 Perşembe

seyir defterinden... (eski ahit)

"içimdeki boşluğa biriken yağmur damlaları küçük bir gölet oluşturdu... bulanık, pis, yeşil bir su birikintisi... ilkin öyle kötü kokuyordu ki... fakat sonraları arındı... şimdi tertemiz." /rezonans 51.

"göletin içindeki mikro hatıratımdan yeni bir organizma gelişti. öncelik olarak onu insan olarak yetiştirmeyeeğim. özündeki yeşilliğe has yaşacak. insana göre ilkel, fakat tam anlamıyla özgür... " rezonans 52

"özgürlük fikrinin geliştiği ve günümüze evrildiği zamanı düşünüyorum. ilk özgürlük fikrini bulan adamı... onun yüzünden hepimiz artık tutsağız. özgürlük bilincimiz geliştikçe tutsaklığımız artıyor. daha fazla yer kaplıyor mekanik zihinlerimizde. ve başka şeylere yer bırakmıyor. daha fazla özgür olmak için kendimizi daha küçük alanlara tıkıştırıyoruz." / rezonans 53

"özgür olmak için kendimi bir defter karesine hapsettim.
bunları oradan yazıyorum." rezonans 72

26 Mart 2014 Çarşamba

seyir defterinden...

uzuuuuunca bir küfür yazınca rahatlarım demiştim ama olmadı...

kendi içimde ölesiye rahatsızım. yürümeliyim... bu aptal kafesinden çıkmalıyım. bu mide bulandırıcı sirk bitmeli... artık trapezcinin düşmesi için dua eder oldum. aslan terbiyecisinin kafasının kopmasını istiyorum. çadır çöksün, izleyiciler gebersin istiyorum.

bu içimde an be an büyüyen nefret, bu midemdekilerin tahliye hissi, türümle bağlarımı sorgulatıyor bana ve her seferinde daha uzaklara gidiyorum kendimden. ki dönmek istemediğim bir ütopyaya gün be gün yaklaşıyorum.

ya da bir akıl hastanesine...

- "bu akıl hastanesinden kaçmanın tek yolu" dedi karga. "deli numarası yapmak."

- "hayır karga alis kadar salak değilim."




26.03.2014

25 Mart 2014 Salı

seyir defterinden...


farkına varmadan katettiğim yol ayaklarıma dolanmıştı...

her adımım ağırlaşmış, ayağımı zor kaldırıyordum. eğilip asfaltı ayaklarımdan temizlemeye çalışıyordum. fakat daha sonra eriyor, ellerime bulaşıyordu. sanki simbiyotik bir yaşam formu gibi tüm bedenini yavaş yavaş ele geçiriyordu...

ellerimden bileklerime oradan dirseklerime oradan omuzlarıma boynuma ve bağırmak için açtığım gırtlağımdan aşağı akıyordu... 

bir süre sonra hareketlerimi kontrol etme yeteneğimi kaybettim... bilincimde küçücük bir noktaya sığınmıştım...

sadece bekledim.

karga ziftli omzuma kondu. dedi ki:
- sen yolsun... yürüdükçe ayaklarının ardında bıraktığın ziftli kırıntılar senin.
 

dedim ki;
- dönüş yolunu unutalı çok oldu...

25.03.2014

1 Mart 2014 Cumartesi

seyir defterinden

bir sigara molası verdim. yaklaşık yirmi dakika sürecek.

ki şu zamanın kişiye ve an'a göre yavaşlaması olayını da hesaba katarsak daha uzun süre burdayım.

ilham perim işe çıktı...koyu kırmızı ağzından sarkan sigranın külü yere düşmeden hemen önce söyledi bunu. "işe çıkıyorum beni bu akşam bekleme..."

üzerinde mini kot eteği, file çoraplarıyla; bir otoban kenarında ilhamı sadece çüklerinde adamların; sığ ama sınırsız ve bir o kadar özenilmişliktyen yoksun ve tamamen 8,5 dakikalık düşlerini dudaklarıyla işleyecekmiş... bunuda söylemeliydi fakat acelesi vardı. onu anladığımdan soru sormadım.

gece üç gibi geri geldi... makyajı bozulmuş, düğmeleri alel acele iliklenmişti. gözlerine manalı bir bakış attım. dudaklarını büktü bana. elleri çantasını yokladı. iki avuş düş kırıklığı çıkartıp cam sehpaya fırlattı. bozuk düş kırıklarından bazıları camın üzerinde döndü...
dedi ki; "çok yorgunum ilham bekleme benden."
dedim ki; "sen benim hastalıklı zihnimin bozuk bi yansımasısın."
"yani?" diye sordu
dedim ki; "sorun yok yani"

soluk bir ışıkla birlikte yok oldu.


hislerimi evdeki gardrobuma boğazlarından asıp dışarı çıktım. bir şeyleri asma isteğim hiç geçmedi bugün. işi de asmıştım zaten. dün partonum kendini astıktan sonra karar verdim buna.dedim ki "işi asıyorum." yüzüde bedeniyle birlikte asık kovdu beni.

birazdan molam bitecek ve şu oturduğum tabureden kalkacağım. tüm faniliğimle, bekadan yoksun bir eser bırakacağım dünyanın üzerine. tek kullanımlık. buruşturup atılası... fakat şimdi midemde bayat çaydan, öğleden kalma açlıktan ve bir sürü sahtekarlıktan kalan bir bulantı. kendimi balkondan orada olmadıklarından adım gibi emin olduğum seyirsizlerimin kollarına kafaüstü bırakacağım. 

p.s. bir yerde bir adam bir şeye tekme attı. başka bir yerde onu izleyen bir öküz böğürdü. sanırım yine maç var.

01.03.2014

25 Şubat 2014 Salı

seyir detferinden...


- balkondan baktığımda küçük bir görüntü var. sadece yağmur altında ortaya çıkıyor. yansımayla ilgili olduğunu düşünüyorum. ya da ıslak zemine düşen sarı sokak ışığında... orayı her seferinde yeniden keşfediyorum. dün yine oradaydı. fakat ben nerede olduğumu bilmiyodum. sahi...

- saat, miktar, insan, zaman farklıydı...

- ben standardımda yerimde sayıyordum. bayağı, doyumsuz, gözünü kan bürümüş, kazanma hırsıyla tükenmiş, para hırsıyla delirmiş, ve sair kötü sıfatlarımla başbaşa ve baştan ayağa insan...

önce doyumsuz yanımı karşıma aldım. istediği herşeyin içinde öldürdüm onu. devasa bir çöplüğün içinde bıraktım. son nefesini şişman yanaklarından verirken pişman olacağımı söyledi.
tüketmeliymişim. ancak böyle varolabilirmişim. tüketmezsem fakir, statüsüz bir insan olurmuşum. onu kendi cep telefonuyla kafasına vurarak öldürdüm. sahip olduğu çöpler sonu oldu... ondan kalan cılız hayalet bedenime girerken hafif bir rahatlama hissettim.

kazanma hırsıyla tükenmiş yanımın masasına geçtim.  onu kendi oyunuyla yendim. sırtına uzaktan zehirli bir ok sapladım. ve yerlerde sürünüşünü izledim. korkuç acılar çekerek öldü. son nefesini o pis ağzından verirken asıl kaybedenin ben olduğumu söyledi bana. böyle tipleri hep sevmişimdir. asla kaybetmeyeceklerini düşünürler. ama kazandıkları hep koca bir boşluktur. hırsları içlerindeki bir kara delik gibi onları içine çeker. öldükten sonra geriye kalan sakin hayalet bedenime dönerken hafif bir rahatlama hissettim. kimsenin üzerine basmamış, yolunda dümdüz yürüyen sade bir adam gibi...

para hırsıyla delirmiş yanım, bir köşeye pusmuş önünde yığınla bozuk para, üzerinde gıcır bir takım elbise tek tek metalleri sayıyor. yanına yaklaşınca bana tısladı. elleriyle saçılmış demir paraları toplamaya başladı. iyice sıkıştığında bana saldırmaya çalıştı. "dokunma onlar benim!" diye bağırdı. "onlar için herşeyimden vazgeçtim ben. gençliğim, adamlığım, insanlığım, yaşama sevincim... hepsini onları toplamak için feda ettim. kazandım... benim onlar. paylaşmaya da niyetim yok." diye tısladı. onunla konuşmadım. onun gibileri hiç sevmem. beyni yeşildir onların. her şeyi ve herkesi para ile kıyaslar eğer para etmezse en güzel şeyin bile onlar için kıymeti yoktur... daha fazla anlatmak bile öfkemi kabartıyor. onu kendi kravatıyla boğdum. son nefesinde hala bir şeyler söylemeye çalıştı dinlemedim. delirmiş zihninden çıkan fakir hayalet benim kafama girdiğinde gözlerimde bir ışık çaktı. birşeyleri anlamaya başlamıştım.

ve daha sonra tek tek bütün kötü benliğimle yüzleşip hepsini öldürdüm. kimini canice kestim, kimini uykusunda boğdum. kimini zehirledim. kimini bıçakla deştim.

şimdi; gözümü kan bürümüş şekilde seninle başbaşayız...

- anlat dinliyorum.

25.02.2014 / sanki...

24 Şubat 2014 Pazartesi

seyir defterinden...


bir odadaydım...kapısı tuğlalarla örülmüş, penceleri tozla kaplanmıştı. odanın ortasında yerde oturmuştum. etrafımda sekiz adet mum tam bir daire olacak şekilde sıralanmıştı... zamanın öncesine ait bilmediğim dilde bir ilahi söylüyordum... ağzımdan çıkan sesler yer yer yükseliyor yer yer fısıltıya dönüşüyordu... 'sanki bir insana ait değil' diye düşündüm.

gözlerim kapalıydı. fakat net bir şekilde bir yerde olduğumu görebiliyordum. sonsuzmuş gibi görünen bir vadiye bakan bir uçurumun kenarında yere bağdaş kurmuş bir şekilde oturuyordum. vadiyi izliyordum. bu dünyaya ait olmayan bufaloya benzeyen hayvanlar sürü halinde vadide koşuyorlardı. sonsuz ilahim devam ediyordu. yavaşça yerimden kalktım. gözlerim kapalı yavaşça uçuruma doğru yürüdüm. zemin bittiğinde düşmeye başladım. etrafımdaki renkler değişmeye başladı. çevremi sarmalayan renkten bir duvar oluştu ve aniden ayaklarımın bittiği noktadan yeni bir dünya şekillendi....

önce bir taş, sonra taş büyüdü. zemini kapladı. taşın bittiği yerde; su, taşı kaplamaya başladı. engin dalgalı bir okyanusa dönüştü... ve bunların ortasında kendimi gördüm. ağzımı açmadan sadece dudaklarımı oynatarak hayvansı sesler çıkartıyordum. bir zaman sonra sesim kesildi...

gözlerimi açtım. karşımda karanlık bir şekil duruyordu. biçimsiz, renksiz, fakat kendi bilincine sahip bir yaratık... benimle duyduğumda anlamadığın fakat bilincimde bildiğim bir dilde konuştu...

- beni çağırdın. bana ulaşmak için uzun yol kat ettin.boyutları aştın. ve sonunda buldun beni. fakat aklındaki soruları cevaplamayacağım... göz dediğin pencereden bak, kalp dediğin kapıdan çık... ceset dediğin binayı terk et. aklını serbest bırak... cevabı aramana bile gerek kalmayacak... hepsi içiçe gördüğün şu karışık labirentler sana düz bir yol olacak...

sessizce gülümsedim. ve kendimi sıt üstü taş zemine bıraktım... kafamdan başlayarak taşın içnie gömüldüm. bütün atomlarının arasından doğaüstü bir hızla kayıp bir yere geldim... 

bir odadaydım...kapısı tuğlalarla örülmüş, penceleri tozla kaplanmıştı. odanın ortasında yerde oturmuştum. etrafımda sekiz adet mum tam bir daire olacak şekilde sıralanmıştı... zamanın öncesine ait bilmediğim bir şeyin sesi kafamda dönüyordu... 'aklını serbest bırak'

kalkıp tuğla örülü kapıya gittim. sessizce 'açıl' dedim...

24.02.2014 / yağmurlu bir gün.

(dışarıyı gördüğüm tek noktada bir eletrik direği var. ve az önce üzerine bir karga kondu.)


19 Şubat 2014 Çarşamba

seyir defterinden...

kısa bi seyir olacak...
 

kafamın üzerindeki evrene sis çöktü. mekiğimin lastiği patlak, oksijenim yetersiz, kıyafetim bir yerden hava alıyor...

zamanım kısıtlı ve ben vasati 40 çöp bir kibrit kutusu kıvanımdayım. elimi atıyorum hep yanık olan denk geliyor.

bir kareli defter karesine hapsettim kendimi. iki kare iki beş para etmiyor.

gitmekte olduğum yolun koltuğuna yapışıp kaldım...

karga bana gülüyor...

19şub1912

17 Şubat 2014 Pazartesi

seyir defterinden...


son yolculuklarım hep yavan... bir parça azığım gidilecek uzun yola yetmiyor. dilenci misali her zaman zengin fakat hep açız... ve açgözlü...

keşiflerim keşfedilmiş. icatlarım ben daha projelendirirken seri üretime geçilmiş. her şey benden bu kadar uzaktayken, fikirlerimi ve  düşüncelerimi yuvarlağımsı bir dünyaya hapsedip bizi yer altına sürüklediler. son yolculuklarım 'hep karanlık'.

bir lokma azığımı farelerle paylaştım. karşılığında bana yeni bir yer vaadettiler. bir süre birlikte yürürdükten sonra beni terkediip gittiler. vaadettikleri karanlık zihnime bir cennet etkisi yaratacaktı. aydınlanacaktım . kafamdaki soru işaretlerine noktayı koyacaktı. liderlerinin dediğine göre sonsuz bir karanlık vardı orada. ve onun içinde yanan siyah bir ateş... karanlığı aydınlatmak yerine ışığı içine çeken bir ateş... fakat yerini göstermeden çekip gittiler.

şimdi halen göz gözü görmez bir karanlıkta oturmaktayım. yüzümde bir ısı var, elimi uzatıyorum yanıyor, burnumda kükürt kokusu, gözlerim kükürtten ıslak...
fare ne demişti bana?
evet bir ateş var...

ateşi arıyorum...

17.şubat

11 Şubat 2014 Salı

seyir defterinden...

orantısız bir durağanlık var "gün"de. gün, gün olası böyle sıkıntıyla geçmiş bir yirmidört saat daha görmemiştir. ki bu çok uzun zamana tekamül ediyor olmalı. malum zaman eski bişey. hem de çok...

akan su pis tutmaz derler. peki bugün nasıl tatsız, nasıl böyle kir pas içinde, nasıl böyle boğazına kadar boka bulanmış bir vaziyette önümden akıp gidiyor... yoksa akmıyor mu? yoksa hala sabah uyandığım yerde miyim? gün hiç başlamadı mı yoksa? yoksa öldüm de cehennem dedikleri şey bu durağanlık mı?
(ateşten daha korkutucu oluyor bazen sessizlik.)

bilmiyorum.. her şey o kadar sakin ki... caddeler boş, dükkan sahiplerinin elleri kepenklere uzanmış. çocuklar bile koşmuyorlar bir yerlere yada bir şeylerin peşinden...

ruhumdaki söküklerden taşan bu çamurlu su kıvamındaki enerjiden midir? yoksa başkasının çamuruna tahammülsüzlüğüm mü zaman ı bu kadar yavaş kılan? ya(va)şlandıkça yalnızlaşmanın sebebinde ve her sorunun temelinde bu tahamülsüzlük olabilir mi?

orantısız bir durağanlık var günde ve sükununda boğuyor insanı...

/ onbirşubatikibinondört

fon baabında : beutiful lies...

3 Şubat 2014 Pazartesi

seyir defterinden....

gökyüzünde, tahta bir tabureye oturmuş dünyayı izliyordum... aşağıda bir adam yürüyordu. sokaklar nedensiz boştu ve soba dumanı bulunduğum yere kadar gelip genizlerimi yaktı. adam kafasında faust'u düşlüyor ve o anın yani ruhunu mefistoya teslim ettirecek anın yaklaştığını hissediyordu.
"dur ey zaman! ne güzelsin!"

bir manavın önünden geçti... bir ayakkabı tamircisinin florasan ışığı altında sigara yakışını izledi... yürümeye devam etti sonra. bir sigara yaktı. dururp dururken gökyüzüne baktı ve zihinlerimiz oracıkta birbirine karıştı. onun gözünden görmeye, onun duyduklarını duymaya başladım. beraber bir kaç kilometre yürüdük...

zihnim kafamın arkasından yükselip çok yükseğe çıktı. kuş bakışı dünyaya baktım. zihnim yükseldikçe şehir devasa bir labirente benzemeye başladı.  ve  insanlar küçükdükçe küçüldüler. hepsi birer fare şekline büründüler. her yerde fareler şehrin farklı noktalarına saklanmış peynirlere hücum ediyorlardı. tam birine ulaşacakken diğer bir parça peynirin kokusu onları cezbediyor o yöne doğru koşmaya başlıyorlardı. binlerce peynir hepsi farklı lezzetde ve tatta, onların aklını çeliyordu. birisi para kokluyordu. birisi burnunu pembe bir renge kaldırmış son hız aşka doğru gidiyordu.

daha da yükseldim... artık bütün dünyayı izleyebiliyordum. tamamı dev bir fanusla kaplı kocaman bir labirent olmuştu. milyarlarca fare labirentin bir köşesine dağılmış sonsuz isteklerine doğru koşuyorlardı. yeterince izlemiştim. ve dedim ki;
"dur ey zaman! tiksiniyorum..."

yavaş yavaş aşağı doğru süzülmeye başladım. indikçe iniyordum. sonra gözlerim zihnimin bütünleştiği adama odaklandı. ben yeryüzüne yakınlaştıkça adam netleşmeye başladı.
iki bina yüksekliğinde adam beyaz bir labratuar önlüğü giymiş, bir sokaktan aşağı yürüyordu.
tek bina yüksekliğinde ensesindeki kahverengi tüyleri farkettim.
4. katta adam adam yavaş yavaş küçülmeye başladı.
3.katta  önlüğünden ve kıyafetlerinden sıyrılıp etrafı kokladı.
2. katta boz tüylü büyük bir fare olarak hızla koşmaya başladı
1. katta bir lağım deliğinden girip gözden kayboldu.

yere indiğimde rahatladım. labirent duvarları binalara dönüştü. üzerimde beyaz bir labratuar önlüğü karşıma çıkan ilk sokaktan sola döndüm... yanımda beliren mefistoya dedim ki;

 "fareler şeytana inanmaz..."

/ üçşubatikibinondört.

30 Ocak 2014 Perşembe

seyir defterinden... (gidememek mevzuunda.)

soğuk dişlerini etimize geçirmiş bizden nasipleniyor... hava gerçekten soğuk. sarı sokak lambasının altında tabureden yapılmış tahtlarına çömmüş üç humaioddik...

aklımızın kablolarını kemiren fareler bizi sürekli bir yerlere doğru itiyor fakat hemen ardından "yarım akıllı lan bunlar" diyerekten geri çekiyorlardı. içimizde eksik kodlanmış bir "gitme" isteği uzun süredir orada oturuyoruz halen...
"nasıl?" diyor birisi. "nasıl oluyor da her yerdeyken buradayım? her seferinde bu lanet, bu kokuşmuş insan çukurunda buluyorum kendimi."
"kalkın gidelim" diyor diğeri
diyorum ki; "ben yirmi yıldır doğal bir taş görmedim."
kalkıp gidiyoruz fakat buradayız...

oysa gidilecek ne bir memleket ne hatrını soracak biri vardı. hapislimiz habis bir ruh haline bürünmüş zihnimizi tecrite sürüklüyordu. soğuk, rutubetli ve ufunetli bir düşe kıstırılmış kalmıştık. taş zemin, küçük pencere, 60 watt lık bir sarı lamba ve cırcır birer göt...

ellerimizi dizimize sürterken ve avuç içlerimize hohlarkenki aldığmız hazzın sadece anlık birer rahatlama olduğunun bilincindeydik...

sarı lamba altında üç yitik ruh... her şeye rağmen iyi hissediyoruz. sanki bir zamanlar iyi bir şeymişizde heykelimizi dikmişler o lambanın altına. öyle gereksiz bir mağrurluk...

mağrur birer heykeliz fakat, kafamıza güvercinler sıçıyor bir yandan.

fareler yine iş başında... yine bir şeyler düşünüyorlar... yoksa aklıma düşmezdi ahmet telli nin kalbim katlanma bu dünyaya şiiri... hani diyor ya;
"şeytanımı koluma takıp gitmeliyim
yeni bir cehennem kurmalıyım kendime"


gidiyorum ben...

29 Ocak 2014 Çarşamba

seyir defterinden...

bir yere gittiğimiz yok. şimdilik burdayız...
etrafımızdaki insanlar gittikçe azalmaya başladıkça ufak bir öze dönüş gözlemliyoruz. kendi içimize bakmak, mikroskop altında nasıl göründüğümüzü merak etmek, akıllara zarar egolarımızın altında küçük bir çocuk edasıyla meraklı meraklı etrafa bakınan kim gibi saçma konulara girdik... gerçeklere gözlerimiz sıkı sıkıya kapalı olduğundan sonuca şimdilik çok uzağız...

bir yere gitmediğimizden ve şimdilik buralı olduğumuzdan mütevellit önce küçük bi etrafımıza bakındık... standart her yer taş. şekillenmiş taşlar, şekillendirilmiş taşlar, çimento, taşa dönmüş bedenler ve yürekler...

aniden içimizden biri; en sakin olan dedk ki:
- çevremizdeki taşlar bile doğallığını yitirmiş.
- evet dedim. ben 20 senedir normal bir taş görmedim.
- madem dedi diğeri herşey bu kadar yapay, bizim bu denli rahatsız olmamız bir o kadar normalmiş.
- işte sorun burada başlıyor. dedi sakin. başlarken demiştik ya -bir yere gttiğimiz yok.- diye biz kişisel düşünmüştük. oysaki tüm insanlığı saymışız farkında olmadan.
- evet, dedim. ben yirmi senedir normal bir taş görmedim.
- evet dedi diğeri. bir yere gittiği yok insanlığın. en iyisi bu balkonda oturmak.
- evet" diyip onayladık. bugün bir yere gitmeyelim.

gerçeklere gözlerimiz sıkı sıkıya kapalı olduğundan "sonsuzluğa" şimdilik çok uzağız...

(2014 ocak. yağmur var.)

26 Ocak 2014 Pazar

seyir defterinden....

zaman ve mekandan sıyrılıp tarihin ötesine gittik...

önce yüzlerimiz eridi... sadece 10 saniye geçmişti. kaşlarımız yanaklarımızın üzerinden akıp çenemizden yere damladı. ellerimizle onları yukarı ittik fakat sıvıyı tumaya çalışmak bile saçmaydı. yüzümüzün aktığı yerden göğe baktık... birimiz "hadi daha ne bekliyoruz ki?" dedi...

yıldızların arasından geçtik... galaksilerin nebulaların ölü yıldızların yanından eskiye doğru gittik.

tarihin olmadığı noktadaydık. her şey o kadar yavaş, her şey o kadar yerinde sayıyordu ki olduğumuz yerde kıpırtısız kaldık. canlı olan tek şey taşlardı. ilk canlılar. öylesine ilkeldiler ki. ve en ufak hareket binlerce yıl gerektiriyordu. tek bilinçleri vardı taşların; devasa taş blokları üstüste koymak... binlerce yıl onları izledik. taa ki hepsi taşlaşmadan önce birisi bizi farkedene kadar. bizim aksimize bizi merak etmedi. dönüp işine odaklandı. birbirlerinin üzerine çıkarak düzgün bir şekil oluşuturmaya çalıştılar. tek bilinçleri vardı... o şekli tamamlamak... bir zamanlar yaşamış her şey gibi unutulmak istemediler...

onları hissettiğimizi hissedip uzuuuuuuuuuuuuuuuun işlerine geri döndüler.

ve zaman bizi yakaladı. tarih bizi olduğumuz zamana kustu. bir dönemin artıkları misali olmamız gereken noktaya sıkıştık. küçüldük. yok olduk...

o rüzgar esmese yani o her şeyi değiştiren rüzgar, ilk defa esen rüzgar esmese taşlar görevlerini bitirbileceklerdi. biz onu görebilecektik... rüzgar esti taşlar cansızlaştı.

şimdi burdayız... sıkış tıkış ve amaçsız. ve sadece 10 saniye geçmiş. 


26.01.2014 ügr.

20 Ocak 2014 Pazartesi

seyir defterinden...

paparoz hazır... sadece yakılmayı bekliyor

bir kütüğe elleri arkadan bağlanmış. beyaz bir kıyafet içinde. elinde meşale tutan adam (ki o ben oluyorum.) birazdan yakacak onu.

karanlıktan bir ses bağırıyor.
- cadıı yakalımm onu.
- evet diyorum. büyülü olduğu doru fakat o cadı değil
- hayır diyor aynı ses... o karanlık, çirkin bir cadı. yakmalıyız. bizi sadece bu buhrandan onu yakmak kurtarır...
- evet diyorum, karanlık korkularınızı getiriyor önünüze... siz de gerçeklikten korkuyorsunuz. büyülü şeyler her zaman cadı olmayabilir. ve aynı zamanda çirkin. karanlık çoğu zaman güzelliği de gizleyebilir. güzelliğin ışığı bile karanlığa örtünür bazen.
- durun diyor başka bir ses. yakmayın. anlamaya başladım.
- durun diyor bir ikinci ses. yakmasak daha iyi. bizim için güzelliğinden vazgeçmiş.
- durun diyor. başka biri. anlıyorum. büyüsünü bizim iyiliğimiz için kullanmış
- asıl siz durun diyor. ilk adam. kıllı ve tıknaz olan. yakmalıyız.
arkada elleri arkadan bağlı kefene sarılmış tütüne benzeyen solgun ışık titriyor. korkmuş olacak kalabalığın cehaletinden.
- susun diyorum. cadı olduğu yada büyülü yada iyi olduğu için değil siz anlamadığınız için yakıyorum onu... sahip olsanız bile tadını çıkartamayın diye.
- durun diyor biri.
yakıyorum. 


-az önce 2014. - ügr.-

7 Ocak 2014 Salı

2014 ün ilk seyri...

artık ağaçlar yapraksız, soğuk daha da derine işliyor... taa kemiklerime kadar hissediyorum ölümsüzlük korkusunu.

kadim bir dinin tek savunucusuyum. Tanrısız, peygambersiz, öyle kupkuru bir din. kutsal kitabı hala bir matbaanın yapılacak işler listesinde. inandığım şeylere kimse inanmıyor. bende kimseyi kandırmıyorum zaten... oysa ben sadece onlara inanmış olmayı seviyordum. "inanmak" aslında birinin seni kandırdığı anlamına gelmiyor... Bir ağaca inanıyorum birde siyah bir kuşa... Bundan hiçbir çıkarım yok. Ne cennet sundular bana ne de başka bir hayat.. ağaç sıradan bir ağaç. Kuş sıradan bir kuş. Ben sıradan bir insanım.

Artık ağaç yapraksız, inandığım kuşu ise sapanla vurdum… gözlerinde tam aksi bir “bana inanmıştın” hayreti…
niye şaşırdığını anlamadım. Türümün bir cilvesi bu. İhanet ve reddetme. Yani kısaca hain ve yalancıyız…
“sen de bana…” bakışıyla çektim boynunu. Çocukken de birkaç kuş öldürmüştüm.

Ağaç yapraksız artık. Siyah kuş ölü. Bense oturduğum koltuğa gömülmeden önce , bir kafede oturmuş ganja içiyordum.